GAZZE'DE ENKAZ ALTINDA KALAN İNSANLIK VE HUKUK
Gazze’de bugün sadece insanlar ölmedi. Aynı zamanda uluslararası hukukun temel ilkeleri de enkaz altında kaldı. Yıkılan evler, boşalan hastaneler, yarım kalan çocukluklar… Her biri, insanlığın ve hukukun sınavından geçemediğimizi hatırlatıyor.
Türkiye’nin tavrı burada nettir ve değişmez. Ankara, Gazze’de yaşananları siyasi polemiklerin konusu yapmıyor. Meseleyi açık bir uluslararası hukuk ihlali olarak tanımlıyor. Çünkü ortada yoruma açık bir durum yok; yazılı, bağlayıcı ve herkes için geçerli kurallar var.
1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri, sivillerin korunmasını savaş hukukunun merkezine koyar. Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ne göre; siviller hedef alınamaz, toplu cezalandırma yasaktır, temel ihtiyaçlara erişim engellenemez, zorla yerinden etme açıkça suçtur. Hastaneler, sağlık personeli ve insani yardım konvoyları özel koruma altındadır.
Gazze’de yaşananlar bu maddelerin her biriyle doğrudan çelişmektedir. Türkiye’nin sertliği de tam bu noktadan kaynaklanır. Ankara, “meşru müdafaa” kavramının sınırsız bir yetki gibi kullanılmasına itiraz etmektedir. Uluslararası hukuka göre meşru müdafaa, orantılı, ayırt edici ve geçici olmak zorundadır. Sivillerin yaşamını sistematik biçimde tehdit eden, bir halkı açlık ve susuzlukla karşı karşıya bırakan uygulamalar, hukuken meşru müdafaa olarak kabul edilemez.
Kudüs meselesi ise bu hukuksuzluğun kalıcılaştırılmak istendiği alandır. Doğu Kudüs’ün statüsü, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242, 338 ve 478 sayılı kararlarıyla açıkça belirlenmiştir. Bu kararlar, Kudüs’ün işgal altındaki topraklar kapsamında olduğunu ve tek taraflı statü değişikliklerinin geçersiz sayıldığını hükme bağlar.
Türkiye, Kudüs konusunda duygusal değil; hukuki bir pozisyon almaktadır. Kutsal mekânların statüsünün korunması, demografik yapının zorla değiştirilmemesi ve uluslararası mutabakatların ihlal edilmemesi çağrısı, Türkiye’nin değil, hukukun çağrısıdır.
Elbette Türkiye bu tavrıyla yalnız kalmayı göze alıyor. Ama Ankara, hukukun bu kadar açık ihlal edildiği bir yerde susmanın, tarafsızlık değil, ihlalin normalleştirilmesi olduğuna inanıyor. Gazze’de ölen her çocuk, uluslararası hukukun neden var olduğunu dünyaya hatırlatıyor. Kudüs’te değiştirilmeye çalışılan her taş, hukukun neden korunması gerektiğini gösteriyor.
Türkiye’nin durduğu yer tam olarak burasıdır:
Silahların değil hukukun konuştuğu, gücün değil insan hayatının üstün tutulduğu bir düzen çağrısı.
Bu bir siyasi tercih değil, hukuki ve insani bir zorunluluktur.
Türkiye’nin tavrı burada nettir ve değişmez. Ankara, Gazze’de yaşananları siyasi polemiklerin konusu yapmıyor. Meseleyi açık bir uluslararası hukuk ihlali olarak tanımlıyor. Çünkü ortada yoruma açık bir durum yok; yazılı, bağlayıcı ve herkes için geçerli kurallar var.
1949 tarihli Cenevre Sözleşmeleri, sivillerin korunmasını savaş hukukunun merkezine koyar. Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’ne göre; siviller hedef alınamaz, toplu cezalandırma yasaktır, temel ihtiyaçlara erişim engellenemez, zorla yerinden etme açıkça suçtur. Hastaneler, sağlık personeli ve insani yardım konvoyları özel koruma altındadır.
Gazze’de yaşananlar bu maddelerin her biriyle doğrudan çelişmektedir. Türkiye’nin sertliği de tam bu noktadan kaynaklanır. Ankara, “meşru müdafaa” kavramının sınırsız bir yetki gibi kullanılmasına itiraz etmektedir. Uluslararası hukuka göre meşru müdafaa, orantılı, ayırt edici ve geçici olmak zorundadır. Sivillerin yaşamını sistematik biçimde tehdit eden, bir halkı açlık ve susuzlukla karşı karşıya bırakan uygulamalar, hukuken meşru müdafaa olarak kabul edilemez.
Kudüs meselesi ise bu hukuksuzluğun kalıcılaştırılmak istendiği alandır. Doğu Kudüs’ün statüsü, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 242, 338 ve 478 sayılı kararlarıyla açıkça belirlenmiştir. Bu kararlar, Kudüs’ün işgal altındaki topraklar kapsamında olduğunu ve tek taraflı statü değişikliklerinin geçersiz sayıldığını hükme bağlar.
Türkiye, Kudüs konusunda duygusal değil; hukuki bir pozisyon almaktadır. Kutsal mekânların statüsünün korunması, demografik yapının zorla değiştirilmemesi ve uluslararası mutabakatların ihlal edilmemesi çağrısı, Türkiye’nin değil, hukukun çağrısıdır.
Elbette Türkiye bu tavrıyla yalnız kalmayı göze alıyor. Ama Ankara, hukukun bu kadar açık ihlal edildiği bir yerde susmanın, tarafsızlık değil, ihlalin normalleştirilmesi olduğuna inanıyor. Gazze’de ölen her çocuk, uluslararası hukukun neden var olduğunu dünyaya hatırlatıyor. Kudüs’te değiştirilmeye çalışılan her taş, hukukun neden korunması gerektiğini gösteriyor.
Türkiye’nin durduğu yer tam olarak burasıdır:
Silahların değil hukukun konuştuğu, gücün değil insan hayatının üstün tutulduğu bir düzen çağrısı.
Bu bir siyasi tercih değil, hukuki ve insani bir zorunluluktur.

