Zincirler bile artık altın kaplama
Bu topraklarda kimse zincirle bağlanmadı. Herkes kendi bileğini kendi bağladı. Adına “sadakat” dediler, “ekmek parası” dediler, “şükür” dediler. Oysa bu gönüllü kölelikti. En tehlikelisi de buydu: Kendi esaretine razı olmuş, hatta onu kutsallaştırmış bir halk.
İnsan, önce vicdanını susturur, sonra yasaları. Ahlak ölmez bir günde. Önce küçük menfaatlerle yaralanır; sonra büyük sessizliklerle toprağa gömülür. Bugün Türkiye’de olan tam da budur: Kanun hâlâ kitapta yazılı, ama hayat artık onun dışında akıyor. Adalet, kimi tanıdığına; hukuk, neyi susturabildiğine göre işliyor.
La Boétie, yüzyıllar önce “gönüllü kulluk” kavramını ortaya attığında, insanın kendi celladına hayran kalabileceğini anlatıyordu. Bugün bu hayranlık bir sistem haline geldi. Herkes bir yerlere bağlı; ama kimse gerçekten özgür değil. Çünkü özgürlük bedel ister, burada ise herkes bedelsiz huzurun peşinde. Oysa o huzur, suskunluktan, görmezlikten, eğilip biat etmekten ibaret.
“Kimse artık değerli olmak istemiyor, sadece görünür olmak istiyor” der Nietzsche. İşte tam burası: Değerin yerini etiket aldı. Bilginin yerini takipçi sayısı. Erdemin yerini ilişki ağı. Ahlakın yerini sessizce yapılan hesaplar. Ve herkes hâlâ ‘normal’ olduğunu sanıyor.
Devlet, artık baba değil. Baba korkutur ama severdi. Bu devlet, kör ve sağır bir patron gibi: Ne seni duyar, ne seni tanır. Seni yalnızca işine yaradığın sürece hatırlar. Seçimden seçime, krizi fırsata çevirmek için, bir sel felaketinde kameralara ağlarken. Arada ise hayatına suskun kalır. Mahallede yaşanan adaletsizlik, sosyal medyada duyulmazsa hiç olmamış sayılır.
Ve toplum… toplum artık bir vicdan kolektifi değil. Bir pazarlık masası. Kim ne alabilir, kim kimi kullanabilir, kim kime göz yumabilir… Bütün bunların adı “geçim derdi” oldu. Ama geçinemeyen, sadece cüzdanlar değil, ruhlar da. Kimse kimseye güvenmiyor, herkes herkesi kullanmaya hazır bekliyor. Sevgi bile artık karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı. Dostluklar, menfaatler bittiğinde bitiyor. Geride sadece suskunluk kalıyor – bir de kimsenin adını koymaya cesaret edemediği çürüme.
Marcus Aurelius şöyle der: “Bir insanın değeri, neye değer verdiğiyle ölçülür.” Bugün bir toplumun neye değer verdiğine bak: Gösterişe, statüye, konuma, bağlantıya. Gerçeğe değil, algıya. Hakk’a değil, kazanca. Ve böyle bir toplumda insanlık, sadece nostaljik bir kelimeye dönüşür.
Ama hâlâ yazıyoruz. Belki bu satırlar, birinin uykusunu kaçırır. Belki biri zincirlerini fark eder. Belki biri sessizliğin de bir suç olduğunu hatırlar. Çünkü bazı yazılar susmak kadar ağırdır.