SİYASİ HEYELAN
Türkiye siyasetinde son haftalardaki en sarsıcı gelişmelerinden biri, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması oldu. Bu gelişme sadece İstanbul’un değil, tüm ülkenin gündemini derinden etkiledi. Ancak ne yazık ki tartışmalar, yine siyah-beyaz bir zemine oturdu: Bir kesim onu yüzde yüz suçlu, diğer kesim yüzde yüz mağdur ilan ediyor. Oysa bu mesele, ne sadece bir yargı meselesidir, ne de basit bir siyasi kumpas iddiasıyla geçiştirilebilir. Gerçekler, çoğu zaman bu ikisinin ortasında bir yerdedir.
Ekrem İmamoğlu, 2019 seçim zaferiyle birlikte sadece bir belediye başkanı değil, aynı zamanda iktidarın karşısında yükselen bir siyasi figür haline geldi. Bunu özellikle kamuoyunu etkileme yeteneğiyle kazandı. İmamoğlu’nun belediye yönetiminde zaman zaman tartışmalı uygulamalara imza attığı da bir gerçek. Belediyedeki bazı ihalelerin şeffaflık tartışmalarına yol açması, bazı kadrolaşma iddiaları ve DEM Parti’yle olan yakın temaslar, kamuoyunda soru işaretleri oluşturdu. Özellikle terörle bağlantılı olduğu iddia edilen bazı isimlerin belediye bünyesinde istihdam edilmesi, sıradan bir “siyasi karalama” olarak görülemeyecek kadar ciddi iddialar.
Elbette bu iddiaların soruşturulması hukukun görevidir. Ancak yargı sürecinin zamanlaması, kullanılan dil ve medya kampanyaları, sürecin hukuk çerçevesinde değil, siyasi hesaplaşma amacıyla yürütüldüğü yönündeki kanaati de güçlendiriyor. Diploma iptali gibi bir kararın tam da bu döneme denk gelmesi, kamuoyunda haklı olarak “siyasi mühendislik” algısını doğuruyor. Hâl böyleyken, halk da meseleyi adaletle değil, cepheleşme duygusuyla izlemeye başlıyor. Bu da zaten zayıf olan hukuk devleti algısını daha da örseliyor.
İmamoğlu’na yöneltilen bazı suçlamalar, içerik açısından ne kadar ciddiye alınmalıysa, onun “Hiçbir yanlış yapmadım” tavrı da aynı ölçüde sorgulanmalı. Her ne kadar siyasi rakiplerinin yürüttüğü kampanya sert olsa da, İmamoğlu’nun çevresinde oluşan bazı grupların, süreci kişisel kariyer planlamaları için araçsallaştırdığı da görülüyor. Bu da liderlik sorumluluğu açısından bir eksikliktir. İmamoğlu’nun bu kadar büyük bir siyasi sermaye kazanmışken, daha dikkatli, daha özenli ve daha hesap verilebilir bir yönetim tarzı benimsememesi, kendi tabanında bile sorgulanır hale gelmiştir.
Öte yandan, CHP’nin bu süreçte İmamoğlu’nu sahiplenmesi anlaşılabilir; ancak bu sahiplenme, eleştiriye kapalı bir kutsamaya dönüştüğü anda inandırıcılığını kaybediyor. Siyasi partiler, kendi içlerinde de özeleştiri mekanizması kurmadan toplumun güvenini yeniden inşa edemezler. Zira demokrasinin temeli sadece seçimle gelmek değil, hesap verebilirlik ve denetlenebilirliktir. Bu noktada, hem iktidarın hem de muhalefetin bu değerleri sahiplenmekte zorlandığını üzülerek gözlemliyoruz.
Sonuç olarak, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması demokrasi açısından kaygı vericidir. Ancak bu, onun tüm uygulamalarını aklamaz. Aynı şekilde, iktidarın bu süreci yönetme biçimi de, hukuki meşruiyetin çok ötesine geçerek bir güç gösterisine dönüşmüştür. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, ne bir lideri mutlak mağdur ne de mutlak suçlu ilan etmek… İhtiyacımız olan şey; bağımsız yargı, şeffaf siyaset ve sağduyulu toplumdur. Aksi takdirde, isimler değişse de bu kısır döngü hep devam edecektir.
Saygılar…