TEOKRATİK DEMOKRASİ
“Demokrasi, gemicilerin kaptanı görevden alıp dümeni sarhoşlara teslim ettiği rejimdir.”
— Platon
Platon’un bu keskin sözü, demokrasinin halkın iradesiyle şekillendiği ama ehil olmayan ellerde yozlaşabileceğine dair binlerce yıllık bir uyarıdır. Onun idealleştirdiği “filozof kral” modeli bir ütopya olsa da, günümüz yönetim biçimlerinin bu uyarıyı ciddiye almadığı, hatta bilinçli biçimde tersine çevirdiği açıktır.
Bugün Türkiye’de yaşadığımız yönetim biçimi, şeklen demokrasi, içeriğiyle ise giderek belirginleşen bir teokratik yönetime dönüşmektedir. Sandığın varlığı, özgürlüğün garantisi olmaktan çıkmış; oy, sadece belirli kesimlerin tahakkümünü meşrulaştıran bir ritüele dönüşmüştür.
Cumhuriyet’in laik temellerine rağmen, özellikle son on yılda dinin siyasetteki ağırlığı kurumsal bir baskı mekanizmasına dönüşmüştür. Bu baskı, sadece bireylerin yaşam tarzlarına değil, devletin en üst düzey karar organlarına kadar uzanmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı, anayasal çerçevede dini rehberlik yapmakla görevliyken, bugün ekonomi politikalarından kadınların giyim kuşamına kadar birçok konuda ahkam kesen bir güç odağı hâline gelmiştir.
Örneğin Diyanet’in “kadınların kahkaha atmaması gerekir”, “çocuk yaşta evlilik bir lütuf olabilir” gibi söylemleri, sadece akıl ve bilimle değil, insan haklarıyla da taban tabana zıttır. Üstelik bu söylemler, toplumda dinin tek doğru yorumunun buymuş gibi sunulmasına neden olmakta, farklı inanç biçimlerine ve mezheplere açıkça baskı kurmaktadır.
Diğer yandan, hukukun üstünlüğü ilkesi de benzer biçimde erozyona uğramıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, muhalif gazetecilerin tutuklandığı, düşünce özgürlüğünün “devletin bekası” gerekçesiyle bastırıldığı bir düzende, demokrasiden söz etmek mümkün müdür? Üstelik bu uygulamalar, çoğu zaman dini referanslarla meşrulaştırılmakta, halkın muhafazakâr refleksleri istismar edilmektedir.
Bu noktada, sistemin bir çelişkisi ortaya çıkmaktadır: Din ile yönetilen bir devlet, kaçınılmaz olarak eleştiriye kapalı, otoriter bir yapıya dönüşür. Zira tanrısal olan sorgulanmaz, eleştirilmez, değiştirilmez. Ancak demokrasi; sorgulamayı, çoğulculuğu ve değişimi esas alır. Bir devlette hem teokrasi hem demokrasi aynı anda var olamaz. İkisi bir arada yalnızca göstermelik bir düzen yaratır: Seçim sandığı vardır ama seçilecekler önceden belirlenmiştir. Basın özgürdür ama yalnızca belirli sınırlar içinde konuşabilir. Din özgürdür ama yalnızca iktidarın yorumladığı haliyle…
Bugün Türkiye’de yaşanan durum tam da budur: bir teokratik demokrasi illüzyonu.
Gerçek demokrasi; aklın, bilimin ve adaletin öncelendiği bir düzendir. Diyanet’in sınırsız yetkilerle donatıldığı, hukukun iktidara bağlı hâle getirildiği ve halkın inancının siyasetin diliyle istismar edildiği bir sistemde demokrasi sadece bir kılıftır.
Platon’un sözünü yeniden hatırlamak gerek: Eğer dümeni teslim ettiğimiz kaptanlar liyakatsizse, fırtınada değil limanda bile batarız. Ama asıl sorun şu ki, bu sefer kaptanlar değil, harita bile tanrı adına yeniden çiziliyor