Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Gül: Türkiye ekonomisine darbe vurulması hedeflenmiştir
Prof. Dr. Cengiz Gül, "Muhalefetin, geleceğin iktidar adayı sorumluluğuyla hareket ederek, iktidarın yanlış ve eksiklerine karşı alternatif çözüm ve politikalar üretmesi gerekirken Batılı devletlerden medet umuyor" dedi.
- Son Güncelleme:

Gazze’de 15 ay boyunca sürdürdüğü işgal ve soykırım saldırılarına, Hamas ile 19 0cak 20225’te yaptığı ateşkes ve esir takası anlaşmasıyla kısa süreliğine ara veren İsrail, defalarca ihlal ettiği bu ateşkesin ikinci aşamasına ise geçmeye yanaşmayarak, bebek, çocuk kadın demeksizin, katliamlarına kaldığı yerden ve özellikle Ramazan ayında tüm şiddetiyle devam etmek suretiyle, uluslararası toplum ve anlaşmalar hukuku nezdinde ne kadar güvenilmez bir rejim haline geldiğini yine göstermiş olmaktadır.
Zaten her yıl Ramazan ayı geldiğinde işgal, zulüm ve katliamlarını iyice artıran bu Siyonist rejim, kendi inançları dışında hiçbir kutsala saygı duymadıklarını ve özellikle İslam ve Müslüman düşmanlığı refleksiyle hareket ettiklerini göstermekten de asla çekinmemektedir. 7 Ekim 2023 tarihinde, Gazze’de Filistinli Müslümanların uluslararası hukuka göre tam bir ‘meşru müdafaa saldırısı’ hükmünde olan, “Aksa Tufanı” adlı huruç ve direniş hareketi sonrasında ise, İsrail’in, bu İslam düşmanlığını en barbarca yöntemlerle soykırıma dönüştürecek kadar ileri taşıdığına, tüm dünya insanlığı alenen şahit olmaktadır. Soykırımcı İsrail’in tüm bu mezalimlerine karşı, Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’ndaki soykırım ve Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) nezdindeki savaş suçları ve insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle devam eden yargılamalar dışında, Birleşmiş Milletler (BM) başta olmak üzere, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT)’nın da içinde bulunduğu tüm uluslararası örgütler planında ise adeta üç maymunun oynandığına şahit olunmaktadır.
Uluslararası toplumun, Gazze’de süregelen barbarca soykırım karşısındaki tüm bu vurdumduymaz tavırlarının, işgalci ve soykırımcı Siyonist rejimi daha da cesaretlendirmek suretiyle bir sonraki adımını atmasına zemin hazırladığı görülmektedir.
Suriye’de Etkinliği Artan Türkiye’ye Karşı İşgalci İsrail’in Paniklemesi
Joe Biden başkanlığındaki ABD yönetiminden aldığı sınırsız para, silah ve lojistik destekle Gazze’de başlattığı savaş suçu ve soykırım saldırılarını, yeni başkan Donald Trump döneminde de tüm şiddetiyle sürdüren işgalci İsrail, Suriye’nin Şam, Hama ve Humus şehirlerini de sıklıkla bombalayarak, bu coğrafyada artan nüfuzundan ve atacağı adımlardan çok korktuğu Türkiye’yi, bu teşebbüslerinden caydıracağını düşünmektedir. İşgalci Siyonist rejim, sırf bu amaçla, insanlık ve İslam karşıtı hedeflerine ulaşmasının önünde ciddi bir engel olarak gördüğü Türkiye’ye karşı alınacak önlemleri görüşmek için de, Mart 2025’in son günlerinde acilen güvenlik kabinesini toplamıştır.
Türkiye’nin Suriye’deki artan etkinliğini önlemek için gerçekleştirilen bu güvenlik toplantısının hemen akabinde Şam, Hama ve Humus’a yönelik yapılan hava saldırılarıyla gözdağı vermeye çalıştığı Türkiye ise, işgalci İsrail’in bu panik halindeki tepkilerine karşı geri adım atmayacağını, Suriye’nin stratejik Tiyas (T4) Hava Üssü’nü ileri bir hava savunma ve eğitim merkezi haline getirmek için harekete geçmek suretiyle göstermektedir.
Türkiye’nin bu hamleyle ulaşmak istediği stratejik hedefler arasında ise, İsrail’in Suriye’deki hava saldırılarını önlemenin yanı sıra, hem Esad sonrası dönemde Suriye’de kalan DEAŞ unsurlarını bertaraf etmek, hem de İran ve Rusya’nın azalan etkisi karşısında bu bölgedeki askeri varlığını genişletmek olduğunu belirtmek mümkündür. Yakın geçmişte Suriye’deki Baasçı Esad diktatörlüğünün çökmesiyle gerçekleşen rejim değişikliği sonrasında Türkiye, Suriye halkının yanı sıra, yeni yönetimle de olan siyasi ve diplomatik frekans uyuşmasının etkisiyle, yükselen bir bölgesel güç olma yolunda ciddi bir ivme yakalamıştır. Filistin ve Lübnan’ın ardından Golan tepeleri üzerinden Şam’a kadar da genişlettiği işgal ile ne kadar sömürgeci ve saldırgan bir rejim olduğunu gösteren İsrail, Türkiye’nin, yeni Suriye yönetimiyle en başından itibaren her alanda kurulan işbirliğinin bir uzantısı olarak, Suriye’nin askeri ve ekonomik yönden kalkınması, birlik, düzen ve huzurunun tekrar sağlanmasına yönelik bu hamlelerinden bir hayli rahatsız ve tedirgin olsa da, Suriye sahasında Türkiye’yle fiziki bir çatışmaya girmekten çekindiğini ise her fırsatta dile getirmektedir. Kendisinin, böylesine bir kaygı ve korkuya kapılmasına yol açan Türkiye’yi şikâyet etmek için 7 Nisan 2025’te ABD’ye giden soykırımcı İsrail’in başbakanı Netanyahu, beklemedikleri bir an ve şekilde ortaya çıkan, Türkiye ile çatışma ihtimal ve riski karşısında neler yapabilecekleri konusunda Trump yönetiminden yeni bir destek arayışına girmiştir. Ancak arkasına aldığı ABD ve AB ülkelerinden oluşan Haçlı-Siyonist ittifakının sınırsız desteğine rağmen, Suriye yönetimiyle tam bir uyum içinde çalışan Türkiye’ye cephe almaktan da bir hayli çekinen işgalci İsrail, Türkiye’ye alenen ve fiziki olarak veremediği tepki ve zararı, ülke içindeki etki ajanları üzerinden siyasi ve ekonomik sahada vermeye çalışmaktadır.
Yapılan ve Yapılmayan Boykot Çağrılarının Ortak Hedefi
Bahsedilen bu etki ajanları, ülke içinden MOSSAD için devşirilen ve İsrail’e çalışan ve de son aylarda pek çoğu tespit edilip paketlenen casuslardan farklı olarak, kendi politik ve dünyevi menfaatleri uğruna, iktidar karşıtlıklarını, Türkiye’nin milli menfaat ve hedeflerini baltalamaya varacak boyutlara kadar ileri götüren bir gözü dönmüşlük psikozuyla hareket etmektedir. Bunun son güncel yansıması olarak da Türkiye içindeki yerli ve milli marka ve ürünlerin ülke çapında boykot edilmesine yönelik çabalar öne çıkmaktadır.
YOLSUZLUK VE TERÖR SORUŞTURMALARI
İBB Başkanı ve yakın ekibi hakkında başlatılan yolsuzluk ve terör soruşturmalarıyla ilgili salt hukuki nitelikteki bir süreci, siyasal zemine çekerek, yapılan ithamları perdelemek ve örtbas etmeye çalışmak için yapılan sokak çağrılarında, halkı devletle karşı karşıya getirmek ve güvenlik güçleriyle de çatıştırmanın yanı sıra, Türkiye’nin pek çok yerli ve milli ürün ve markalarını boykot etme çağrısının yapılması ve bunun da ötesinde, 2 Nisan günü ülke çapında tüm tüketimin durdurularak Türkiye ekonomisine darbe vurulması hedeflenmiştir. 2 Nisan’da tüm ekonomiyi durdurmaya yönelik bu çağrıları, o gün kredi kartı harcamalarının bile ikiye katlanmasıyla tersine tepen bu gayrı millî zihniyetin, yerli ve milli ürünleri boykot etme kararından en çok memnun olup açık destek verenlerin ise, Gazze’de yaptığı soykırımla, adeta tüm insanlığa karşı savaş açan işgalci İsrail’in olması da, gayet manidar ve ibretlik bir manzara olarak kendini göstermektedir.
Siyonist rejimin Gazze’deki soykırım ve insanlığa karşı işlediği suçlara açık destek veren uluslararası marka ve firmaların yanında, İsrail menşeli ürünlerin de boykot edilmesi konusunda hiçbir gayret ve tavır göstermeyen, hatta tam tersine, boykot edilen İsrail destekçisi ve taraftarı bu firmaların mağduriyetinden dem vurarak boykot edenlere bile tavır alan bu zihniyet tayfasının, o zaman sevindirdikleri soykırımcı Siyonist rejimi, bu son süreçte de, yerli ve milli ürünleri ve de tüm ekonomiyi boykot etmek suretiyle tekrar sevindirmesinin tesadüfle hiçbir açıklaması olmasa gerektir. Gazze’deki mezalim ve katliamlara karşı soykırımcı İsrail ve destekçilerine ait firma ve ürünlere yönelik boykotu küçümseyip değersizleştirirken, İsrail barbarlığı ve soykırımına en üst perdeden tepkisini göstererek tüm uluslararası toplumu da harekete geçirmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti’nin, yerli ve milli ürünlerine yönelik boykot çağrıları yapmanın, tek merkezden kontrol edilip ortak bir hedefe hizmet ettiği de böylece ortaya çıkmaktadır.
Bu ortak hedefin ise, Türkiye’yi ekonomik yönden sarsarak kendi iç sorunlarıyla uğraştırıp, tümüyle hukukun alanındaki bir yolsuzluk ve terör soruşmasını perdelemek saikiyle yapılan sokak çağrılarıyla da iç cepheyi dağıtmaya çalışmak suretiyle, soykırımcı Siyonist rejime, gösterdiği tepkiler ve özellikle Aralık 2024’ten bu yana Suriye sahasında gittikçe artan etkinliğiyle en güçlü karşı duruşu gösteren Türkiye’yi pasifize etmek olduğunu belirtmek gerekir. Almanya ve Fransa başta olmak üzere, AB ülkelerinin ortak bir ordu ve askeri güç kurma hazırlıklarına girdiği, ABD’nin 2 Nisan’da onlarca devlete karşı başlattığı ve Çin ile de had safhaya ulaşan ticaret savaşlarının tüm dünyayı kasıp kavurduğu ve Suriye üzerinden İsrail ve hatta İran ile bir çatışma riskinin bile baş gösterdiği, Güney Kıbrıs’ta İsrail, Rum ve Yunan unsurların Türkiye’ye karşı büyük bir askeri yığınak yaptıkları bu kaotik süreçte, bir belediye başkanı ve ekibinin yolsuzluk, rüşvet ve terör soruşturmalarından dolayı tutuklu yargılanmasına karşı halkı, Gezi olaylarına benzer bir şekilde sokaklara çağırmanın ve güvenlik güçleriyle çatıştırmanın ve bir de üstüne yerli-milli ürünleri boykot ederek ülke ekonomisini baltalamaya çalışmanın, Türkiye düşmanı devlet ve örgütlerin ekmeğine yağ süreceği gayet açıktır. Bu arada, dünyada bir siyasal parti ve toplum kesiminin, sömürgecilik, ırkçılık, zulüm, işgal ve soykırıma karşı değil de, kendi ülkesinin milli sermayesi ve ekonomisine karşı boykot uygulamış olması, belki de ilk defa ortaya çıkan bir garabet olarak tarihin kayıtlarına geçmektedir. Ülkemiz içindeki bütün bu olay ve gelişmeler, bölgesel planda etrafımızın ateş çemberine döndüğü ve küresel çapta da ABD ve Çin’in başı çektiği ve AB ülkelerinin de müdahil olmak üzere bulunduğu ticaret savaşları görünümlü yeni çatışma ortamında, ‘terörsüz Türkiye’ hedefiyle de ulaşmak ve tahkim etmek istediğimiz iç cephe bütünleşmesini bilerek veya bilmeyerek sabote etmek anlamına gelir. Muhalefetin, geleceğin iktidar adayı olma şuur ve sorumluluğuyla hareket ederek, iktidarın yanlış ve eksiklerine karşı alternatif çözüm ve politikalar üretmesi gerekirken, muhalefet etmeyi, ülkenin sorunları karşısında hiçbir proje ortaya koymaksızın, Türkiye dışı güçlerden ve özellikle sömürgeci Batılı devletlerden medet ummak şeklinde, salt iktidar düşmanlığı olarak algılaması, iç cepheyi güçlendirme hedefini de sekteye uğratabilecektir.
YORUMLAR
Yorum Yap